Hartmut Rosa, çağdaş toplumun en önemli sorunlarından birini “toplumsal hızlanma” (social acceleration) olarak tanımlar. Ona göre modern dünyada üç hızlanma türü vardır; Teknolojik hızlanma iletişim, ulaşım, üretim süreçlerinin hızlanmasını, toplumsal değişim hızı moda, yaşam tarzı, ilişkilerdeki değişim ritminin artmasını, yaşam temposu hızlanması ise bireylerin bir günde yapmak zorunda hissettiği işlerin artmasını ifade eder.
Bu hızlanma, en nihayetinde bireylerde yabancılaşma ve anlam kaybı yaratır. Dünya hızla akarken birey yetişemez. Hep eksik hisseden ve nihayetinde tükenen hale gelir. Bireyin mekânla, kişilerle, öz benliğiyle ve dünya ile kurduğu bağ zayıflar, yabancılaşır. Günün sonunda ne kadar hızlanırsak, yetişme olasılığımız o kadar azalır. Buna ivme paradoksu denir.
Bu duruma çözüm olarak Rosa yavaş zaman kavramını tanımlar.
Yavaş zaman (slow time), bu hız kültürüne karşı bilinçli yavaşlatma pratikleridir. Yavaşlamayla anlamlı ve derin bağ kurma hedeflenir. Rosa hızı düşüremesek bile sürdürülebilirlik için rezonans yaratacak alanlar bulunması gerektiğini savunur.
Rezonans; dünya ile anlamlı, karşılıklı, dönüştürücü bağ kurma hâlidir. İnsan ile dünya arasında karşılıklı bir yankı ilişkisidir. Yani, dünyadaki bir şey sana “seslenir” ve sen ona yanıt verirsin.
Dostlarla kurulan bir çilingir rezonans anı iken ehlikeyiflik rezonansın hayat biçimi olmuş halidir. Ciddi bir iştir. Keyif ehli olmak için büyük bir çaba gerekir. Zamana karşı durabilmek, dünyayı duyacak kadar müsait olmak, dünyayı dinlemekle meşgul olmak gereklidir. Rakı severlere ehlikeyif dendiği doğrudur ancak esasen her rakı sever keyif ehli değildir. Bu müessese için belli bir konfor alanı farzdır. Ehlikeyiflik, aceleye yer vermeyen, “an”ı sindirerek yaşama halidir. Dolayısıyla belli bir sosyal güvence olmalı, yaşamını idame etme kaygısı olmamalıdır. Hırslar, yarışlar bitmiş, kişi kendi özüyle "yaşamın içinde yaşama" halinde kalabilmelidir.
Bu koşullar Rosa'nın rezonans kuramıyla aldığı eleştirilerle paraleldir. Rosa'yı eleştiren akademisyenler ekonomik olarak güvencesiz, uzun saatler çalışan veya göçmen emeğiyle geçinen insanlar için “yavaşlamak” lüks bir ayrıcalık olabileceğine değinir. Tıpkı ehlikeyifliğin basitliğinin lükslüğü gibi.
Tüm bunların sonunda çilingir, bize Rosa’nın sözünü ettiği rezonans anlarını tattırır; ehlikeyiflik ise bu tadı zamana yayarak mutlak rezonansın yaşama dönüşmüş hali olur.
Av. Hilal Güngör
Habermas, “kamusal alan” ı, bir araya gelerek özgürce fikir alışverişi yapabildi, ama toplumsal yaşam içinde bir tartışma alanı olarak sürdürüldü. Kamusal alan karşılığında, tartışma negatiftir, olumsuz etkiler ve durum alanı ile özel alan arasındadır. Tüm bu nedenle Habermas, kamusal olana örnek olarak kahvehaneleri ve edebiyat toplulukları verir. Eğer bir çilingir de bulunsaydı, şüphesiz örneklerin arasında yer alırdı.
Çilingir tam da Habermas'ın kamusal alan tarifesine uyuyor. Osmanlı'da birçok padişahın kahvehanelerinin yasaklanmasının nedeni doğal olarak bu kamusal alana müdahale politikası olup, sürekli olarak meyhaneler de yasaklanıyordu. İslam dininin alkolü haram olması kabul edilmesinin bunun nedeni gibi lanse edilse de, özellikle İstanbul'da gayrimüslim tebaanın dahi zaman zaman bu yasaktan etkilenmesi, esas hükümetin kamusal alana totaliter bir müdahale olduğu savını doğruluyor.
Çilingir sofrasının göz önünde olmasında şu an uyum sağladığımız bir takım ritüelleri görürüz. dünyanın ki rakı sofralarını diğer işretlerden ayıran en büyük etmen, rakının bir partisinin değil başrolde oluşudur. Sofra rakıyla şekillenmez, rakı için şekillenir. Dolayısıyla bu biten, tüketilen bir an değil, bir parça sunuluyor. Mürekkepli bir dilden söylersek, rakının ilk mezesi muhabbettir. Bu sofraların birçok adı vardır ama konumuza en uygun adı “dost meclisidir”. Zira meyhanelerin parlamentosudur. Şeref sözü verilerek başlanan bu masada söyleneceklerin, kişinin yargılanmayacağı, kınanmayacağı esas kuraldır. Masada olmak için toplumsal kimlik kriterleri yoktur. Anlatma hevesi ve dinleme kültürü vardır. Hayat, aşk, siyaset… Bu masaların sohbet konusu geniştir, muhabbet süresi uzundur. Yüksek aralıkların sağladığı yetkiyle özgürlük dağılımı geniş, anlayışlar yüksektir.
Rakı sofrası, hayatın hayatın değişiminin alındığı bir mikro-evrendir. Silindirin bir özgürlüğü serbest bırakılır, özgürlük varsayılır. Habermas'ın “müzakereye dayalı iletişim” tanımına, Kurucu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün çilingiri prototip gibi bir örnektir. Atatürk'ün sofrasında kara tahta bulunur. Burada iş arkadaşlarıyla dikey bir teknolojide değil Aşırı bir uçakta sohbet eder, fikir alışverişinde bulunur. Rasyonelliğe dayalı tartışmalar yapılır.
Ayrıca rakı sofraları şu an böyle olmasa da tarihin erişilebilirliği mevcuttur. Belki de günceldeki eşitlikler üzerindeki vergi politikası ve alım gücünün düşmesi, otoriter devlet anlayışının bu kamusal kamusal mevcudiyetini sınırlamak için sergilendiği bir tutumdur.
Belki de benzer durumlarda günümüzdeki meyhanelerin ticarileşen varlığı, Habermas'ın eleştirdiği gibi “mekanın” kamusallığını, kapitalizmin içselleştirdiği bir dekor konumunda. Geçmiş meyhaneler ise geçmişte kahvehaneler gibi cinsiyet eşitsizliği takılırlar. Meyhanelerde olaylar olarak olmasa da, toplumsal hafıza göstergesi olarak ateş çocukları, palikarlar ve köçekler ile queer kodlar görüyoruz. Ancak 1950'lere kadar Türkiye'de meyhanelerde kadın tuvaleti bulunmaması, bu “kamusal alan” aslında toplumun büyük bir bölümü kapılarını ne kadar geç açıldının kayıtlıdır. Bu kanıt, meyhanelerin Nancy Fraser'ın bakış açısıyla Habermas'ın kamusal alanda ne denli uyduğunu göz önünde serer. Fraser'a göre Habermas'ın çizdiği kamusal alan, “erkek, beyaz, orta sınıf, Batılı” bir ideallidir. Bunun sonucunda toplumun ezilmesi, dışlanan gruplar kendi içlerinde karşı kamusal alanları kurarlar.
Kadınların bu kamusal alanda var oldukları için yıllardır sürdürdükleri mücadele, çilingir sofralarının gerçekte bir kamusal alan olduğunu gösteriyor.
Av. Hilal Güngör